Hello world!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Posted in Uncategorized | 1 Comment

raki

RAKI

Donulmez aksamin ufkundayiz azizim Icki yasaklanabilir. Acik
soyleyeyim, bence mahsuru yok. Ama raki asla… Cunku takunyalilar
oyle zanneder ama aslinda "icki" degildir raki. Yurt sevgisidir ornegin.
Iki tek attin mi "n’olacak bu memleketin hali?" diye endiselenmezsin aksi
olsa…
Tip bazen caresizdir, o ilactir. Gurbete bile iyi gelir. Kontorsuz
muhabbettir. Bust gibi oturan adamin bile cenesini acar, gulumsetir.
Kahkahadir. Hatiralari kaydeden hard disk’tir. Botoks’tur bir nevi.
En
kaknemi bile bir baska gorunur gozune. Cirkin kadin yoktur, az raki
vardir… Icilir, guzellesilir. Herkesin genclik hatasi olabilir.
Bira
icersin. Sonradan para kazanip tenise baslayinca, sarap icmeyi matah
zannedersin. Amerika’da TIR soforlerinin ictigi viskinin dublesine
Etiler’de TIR parasi odersin, ayri… Ama kurkcu dukkânidir. Doner
dolasir, gelirsin… Orhan Gencebay’dir. Entel barlarda, sosyete
kuluplerinde
dinlemeye utanirsin… Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin…
Istedigin
kadar agiz burun kivir, altin plagi hep o alir… Tatlises’tir.
Realite’dir. Cocuktur, aglarsin. Hele beyaz peynir ile kavun olursa
saginda solunda.
Orguttur. Ama bolucu degil, birlestirici. .. Turk’u de icer,
Kurt’u de, Laz’i da… Sor bak, Ermeni’si de, Rum’u da, Yahudi’si de…
AB’cidir. Cunku Rum oyle bir meze yapar ki, helali hos olsun,
Kibris’i veresin gelir.. Madem yasaklayacaksin rakiyi… Neden balik
avliyorsun o zaman? Serbetle mi yiyeceksin luferi? Ne anlami var deniz
borulcesinin, rokanin, radikanin, cibezin… Inek miyiz biz? Yoksa
Saksuka’yi sarki
mi zannediyorsun sen?
Yanlis siir okuyorsun, hapse giriyorsun.. . Oku bak ne diyor dunya guzeli
Orhan Veli…
Siir yaziyorum
Siir yazip eskiler aliyorum
Eskiler verip musikiler aliyorum
Bir de raki sisesinde balik olsam…

-Alinti-

Posted in edebiyat | Leave a comment

Dar ayakkabı…/Bekir COŞKUN

Dar ayakkabı…

O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.

Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkánında ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi.

O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı.

Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.

Kapının her çalınışında koştum.

Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.

O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.

Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım.

Uyku girmedi gözüme.

Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben.

Ayakkabımı babam giydirdi.

Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.

Ama bunu babama söylemedim. O "Sıkıyor mu?" diye sordukça "Hayır" yanıtını veriyordum. "Dar, ayağımı acıtıyor" desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.

O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.

Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.

Dişimi sıktım.

Topalladım.

Soranlara "Dizimi vurdum" dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.

*

Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.

Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş…

Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir…

Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.

Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.

Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık…

Canınız yanar.

Topallaya topallaya gidersiniz.

Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu…

Posted in gazetelerden | Leave a comment

Doğan Cüceloğlu – Ölüm

– Doğan Cüceloğlu – Ölüm

Doğan Cüceloğlu’ nun eğitimdeki katılımcılarla aralarındaki konuşma:
 

 Ben: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
 Katılımcılardan Biri: Allah’a şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.
 
 B: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı
 milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
 Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
 K: Ölüm.
 
 B: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz
 olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle
 gelmiştir, ama bundan sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür.
 Diğer hiç biri insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki,
 madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu
 göstermez mi? Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya
 başlar. Öleceğim belli ise benim
 ölümcül
 bir hastalığım olduğu da açıktır. Şu şekilde devam ederim:
 
 Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
 
 K:Hayır
 
 B:Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?
 K:Var.
 
 B:Yarın?
 K:Evet.
 
 B: 30 yıl sonra?
 K: Olabilir.
 
 
B: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini bili yor
 musunuz?
 Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
 Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle
 hiç bakmamışlardır. Sözümü sürdürürüm:
 B: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu
 sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir?
 Var
 mıdır böyle bir garanti?
 K: Yoktur hocam.
 
 B: Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını ve
 evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
 Katılımcılar
 burada rahatsız olmaya başlarlar.
 K: Hocam konuyu değiştirsek?
 
 B: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha
 devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani
 evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü
 olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz?
 Yoksa
 farklı şeyler mi yapardınız?
 K: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
 
 B: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın,
 gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde
 bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün
 akşamınızı nasıl geçirirdiniz?
 Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz?
 Aynı konular, tartışma ya da gerginlik konusu yaratır mıydı? Yoksa
 önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son
 görüşünüzde ona ne
 derdiniz?
 Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya
 mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona "yüreğinizin taa derininden
 gelen bir "seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye
 düşünür
 müydünüz?
 Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?
 Burada bazı katılımcıların ağladığı olur. Belli ki dün akşam
 yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark
 etmişlerdir.
 
 B: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu
 kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda
 karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "şimdi
 kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini
 bilirim?" diye kendi kabuğumuza
 çekilip
 tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme
 olanağımız gerçekten var mı?
 
  Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?

Posted in gazetelerden | Leave a comment

yasam/ara guler

Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın.
                                                                   Ara Güler
Posted in gazetelerden | Leave a comment

ziyaretci defteri

yorumlarinizi bekliyorum!!!!
Posted in Travel | 2 Comments

Kendini İstanbul’da hissetmek için rakı içmek

1940’lı yıllarda çok ünlü yazarlardan biri sürekli "Ah bir Paris’e gitsem" dermiş. Bu yazar çok iyi Fransızca bilirmiş ama Paris’i görmemiş olmanın ezikliğini de yürekten hissedermiş. Derken bir gün Fransız Hükümeti bir grup gazeteciyi Paris’e davet etmiş. Davetliler arasında, "Ölmeden evvel Paris’i göremeyecek miyim" diye yakınan yazar da varmış. Bizim gazeteciler cümbür cemaat Air France uçağına binmişler. Paris tutkunu yazar hem heyecanlı, hem de şaşkınmış uçakta. Pek konuşmuyormuş.

Paris’te havaalanına inmiş uçak. Hepsi merdivenlerden inmeye başlamışlar. Bizim "Ah Paris" diye tutturan yazar, ayağı Paris toprağına değer değmez "Ah bir İstanbul’da olsaydım" demiş. Sonra da "Ben burada yaşayamam. Beni İstanbul’a geri gönderin" diye, karşılayan Fransızlara yalvarmaya başlamış. Arkadaşları ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sonunda bir çözüm üretmişler. Paris’te Türk yemekleri yapan ve Türkçe bilen bir Ermeni’nin lokantasına götürmüşler bizim yazarı. Orada bırakmışlar. Onlar bir hafta Paris’i gezmiş, röportajlar yapmışlar. O arkadaşları ise bir hafta o Ermeni lokantasında oturup, rakı içmiş, pilaki, topik, ciğer yemiş. Kendini İstanbul’da gibi hissetmiş. İstanbul’a dönüş zamanında da, lokantaya uğrayıp almışlar arkadaşlarını, havaalanına gitmişler. Aslında bu yazarın ikilemi, bizim hayatımızın da öyküsü olabilir.

Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi, 18.08.2004
Posted in gazetelerden | Leave a comment

istanbulu dinliyorum gozlerim kapali/orhan veli

İstanbul’u Dinliyorum

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Önce hafiften bir rüzgar esiyor;

Yavaş yavaş sallanıyor

Yapraklar ağaçlarda;

Uzaklarda, çok uzaklarda

Sucuların hiç durmayan çıngırakları;

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı;

Kuşlar geçiyor derken

Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık;

Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

Bir kadının suya değiyor ayakları;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Serin serin Kapalıçarşı,

Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa

Güvercin dolu avlular,

Çekiç sesleri geliyor doklardan

Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı

Başında eski alemlerin sarhoşluğu,

Loş kayıkhaneleriyle bir yalı

Dinmiş lodosların uğultusu içinde.

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir yosma geçiyor kaldırımdan.

Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.

Bir şey düşüyor elinden yere;

Bir gül olmalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir kuş çırpınıyor eteklerinde.

Alnın sıcak mı, değil mi bilmiyorum;

Dudakların ıslak mı değil mi, bilmiyorum;

Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından

Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

İstanbul’u dinliyorum.

                                     Orhan Veli

Posted in edebiyat | Leave a comment

istanbula kar yagiyordu/ibrahim sadri

İstanbula Kar Yağıyordu

Yetmişdokuzun kışıydı
Sertti, soğuktu
İstanbul’a kar yağıyordu
Kömür yanıyordu sobalarda
Geceleri polisler, bekçiler oluyordu
Bir de biz oluyorduk
Ölümüne üşüyorduk ha,
Yalan yok, polisler de üşüyordu
Onaltı yaşındaydım
Herşeyi bükecek bileğim vardı
Onaltı yaşındaydım
Aslan gibi ortadaydım
Gündüzleri, okulda coğrafya defterimin arkasına
Senin için şiirler
Geceleri duvarlara ülkemi kurtarmak için
Kahrolsun yazacak kadar adamdım
Onaltı yaşındaydım
Ne senin haberin oluyordu şiirlerimden
Ne de birileri kahroluyordu
Mahalle duvarlarına çiziktirdiğim harflerimden
Onaltı yaşındaydım
Yalan yok
Ben yazmaya böyle başladım
Coğrafya defterim bir eskiciye kurban gitti
Duvarlarına yüreğimi bağırdığım o evler birer birer
Yıkıldı gitti
Şimdi güzel kağıtlara yazıyorum
Kocaman laflar ediyorum
Marşlar biliyordum
Kitaplar okuyordum
Koşarak ve ıslanmadan geçiyordum sulardan
İstanbul’u seviyordum
Seni seviyordum
Dualar öğreniyordum
Meydanlarda toplanıp bağırıyordum
Herkes gibiydim
Herkes kadar cesur
Herkes kadar korkak
Herkes kadar filinta delikanlı
Ve herkes kadar buralı

Yetmişdokuzun kışıydı
Sertti soğuktu
İstanbul’a kar yağıyordu
Ağzımızdan dumanlar çıkıyordu konuşurken
Haliç’in arkasında toplanıyorduk
Gece adamı içine çekiyordu
Biz geceyi içimize çekiyorduk
En güzel ben yazıyordum duvarlara yazıları
Herkes beni seviyordu
En güzel şiirleri de ben yazıyordum oysa
Coğrafya defterimin arkasına
Bunu kimse bilmiyordu
Sizin evin duvarına "kahrolsun" diye yazıyordum
Ve hızla kaçıyordum
Sizin evin duvarına birkez olsun
"Seni seviyorum" diye yazamadım
O zaman duvarlara öyle şeyler yazılmıyordu
Dedim ya
Yetmişdokuzun kışıydı
Sertti soğuktu
İstanbul’a kar yağıyordu

 

İbrahim Sadri

Posted in edebiyat | 1 Comment

nietzsche

Posted in edebiyat | Leave a comment